Çelloyu çalan genç adamın kafasına elimdeki bardağı fırlatmama çok az bir süre kalmıştı. Balonun sıkıcı ve kasvetli havası sanki canımdan bezdirmemiş gibi birde akordu bozuk çello sesine katlanmam gerekiyordu. Ha bir de yanımda ki züppenin kendini övmek adına bir sürü attığı yalan vardı. Yalanlarını anlamak için kafa yormama gerek yoktu. Düşünün o kadar sallıyordu.
Züppeye kibarca gülümseyip yanında hızlı adımlarla uzaklaştım. Bir an önce balodan çıkmak için buraya geldiğim çocukluk arkadaşım Jessica’nın yanına gittim. Dul bir baronla sohbet ediyordu. Ama gecenin sonunda sohbetten daha fazlasını yapacaklarından emindim. Onları rahat bırakıp elimde bardağımla balkona yürüdüm. Maalesef ki tarihi, taş balkonu benden önce kapanlar olmuştu. Arkası bana dönüktü. Sarı kıvırcık saçlarını at kuyruğu yapmıştı ama pek sıkı görünmüyordu. Geniş omuzları vardı yani kaslı olma ihtimali yüksekti. Tam arkamı dönüp gidecekken konuşmaya başladı.
“Gitmenize gerek yok. Bu balkon o saçma balodan kurtulmak isteyenlere her zaman açık.”
Tereddütle birkaç adım atıp durdum.
“Balonun sıkıcı olduğunu sadece benim fark etmediğimi bilmek çok … güzel.”Gülümseyerek arkasını döndü. Gözleri, gökyüzünün kıskanıp fırtına yaratmasına, okyanusların ‘Benden daha güzel mavi olamaz. Sahtedir o.’Diyebileceği kadar güzel bir maviydi. Ben gözlerine hayran hayran bakarken o kibarca gülümseyip konuşmaya başladı.
“Bu malikânede sayısız baloya davet edildim. Hepsi öyle sıkıcıydı ki. Ama geceleri kendimi oyalamak için mecburen gelmek zorunda kalıyorum.”
“Dayanılmaz olmalı. Ben daha ilk kez geldim ve fenalık geçirmek üzereyim.”
“Neden?”
“İçeriye hiç göz gezdirdiniz mi? Orada sadece iki renk var. Bardaklar ve tabaklar için beyaz, üstünde siyah renginde çiçek desenleri var. Perdeler tamamıyla siyah, satenden. Üstlerin de yine beyaz dantel var. Parkeler siyah, soğuk bir taştan. Tam olarak ismini bilmiyorum. Ve avizeler korkuluk gibi. Mumları sanki yıllardır yanıyormuş ama hiç bitmemiş gibi. Kenarlarında örümcek ağı var! Duvarlar, beyaz duvar kağıdı, insanların anca kâbusunda görebileceği gölgelere benzer, siyah renkle çizilmiş. Tam korku evi gibi bir şey burası. Ve ne yazık ki Cadılar Bayramın da değiliz. Hoş o zaman olsa bile böyle bir dekor beni korkuturdu.”
“Sizin gibi biriyle tartışmaya girmek isterdim ama bu konuda size katılıyorum. Bence o renkler arasında kırmızıda olmalıydı.”
Dişlerini gösterecek kadar gülünce korkudan geriye zıpladım. Köpek dişleri davetkâr bir şekilde parlıyordu. Korkuyla yutkunup oradan hemen kaçmak istedim ama olduğum yere mıhlanmıştım. Tekrar gözlerine bakınca hoşluktan öte içimdeki bir şeyi çağırıyor gibiydi. Zamanında en derinlere gömdüğüm acılarımı. En son onları bir kapının ardına gizlemiştim ve anahtarını da yok etmiştim. Ama o adam kilidi zorluyordu. Kilit dayanıyordu, ben dayanıyordum. Ama böylesine bir güçle hiç karşılaşmamış olan zihnim buna daha fazla dayanamazdı. Kapı artık sağlam değildi. Son bir darbeyle yıkılacaktı. Ve o son darbeyi zihnime indirirken adam gülümsedi. Bu daha çok küçük çocukların kavgadan sonra ‘ha ha bak seni yendim ben’ demesi gibiydi. Evet, o beni yenmişti.
Daha gözlerimi açamadan dışarıda ki gürültüyü duyabiliyordum. Sesler, çok fazla ses vardı. Her taraftan, her yönden, her kafadan bir ses çıkıyordu. Sarsılıyordum, şiddetle sarsılıyordum. Ama bunu ben yapmıyordum. Vücudum değişim göstergesi olarak sarsılıyordu.
Ve etrafta limon kokusu vardı. Yanında da daha acı bir koku… Kokladığında insanın burnunu gıdıklayan bir kokuydu.
Karanlıktı, sanki bütün mumlarınız bitmiş, gaz lambanız kayıplara karışmış bir yerdeydim. Zaten yanımda biri olsa da tanıyamazdım. Çünkü daha ben, benim ne olduğumu, kim olduğumu bilmiyordum. Ama duyu organlarım yerindeydi. Her şeyi duyuyor ve kokluyordum. Görebildiğim söylenemezdi ama sonuçta siyahta bir renkti. Onu görebiliyordum.
Sarsılmalar giderek şiddet kazanıyordu ve bu beni uyandırmaya başlıyordu. Bedenim artık hissedebiliyordu da. Ama içimde ki şeyi çağıran güç şimdi onu acımadan itiyordu. Bu güç farklıydı. Daha değişikti yani acımadan itiyordu doğru ama içinde azda olsa naziklik de vardı. Sanki incinmemden korkuyormuş gibi bir hali vardı.
O güçte sıkılmış olacak ki içimde ki şeyi daha büyük bir güçle itmeye başladı. Garip olan taraf, içimde ki şeyde karşı koymuyordu. Oda gidip köşesine sinince uyanmam için hiçbir engel kalmamıştı. Gözlerimi güçlükle açtım. Karşımda yine o vampirin gözlerini görünce korkudan geriye sıçradım. Etrafımı göz gezdirdiğimde o sıkıcı balo salonunda değildim. Daha klasik döşenmiş, duvarlarında geyik kafası, yerlerde ayı postu olan bir evdeydim. Şöminenin tam üstünde kenarları işlemeli bir ayna vardı. Tarihi eser gibi duruyordu. Koltuklar da üç renk hakimdi. Yeşil, siyah ve kırmızı. Dokunmadan bile kadife olduğunu anlayabiliyordunuz. Üstlerinde uyumlu renklerde yastıklar vardı. Yeşil koltukların üzerinde ki yastıklar beyaz satendendi.Üstüne de altın iplikle işlenmiş çiçek desenleri vardı.
Siyah koltuklar da beyaz satenden yastıklar vardı. İşleme yoktu. Kırmızı koltuklar da ise yeşil saten üzerine siyah dantel işlenmiş yastıklar vardı. Göze çok hoş geliyordu. Umarım göründükleri kadar rahattırlar.
Tekrardan vampire döndüğümde yeşil koltuklardan birine oturmuştu. Elinde bir bardak kırmızı şarapla gülümsedi.
“Beğendin mi?” Dedi o ipeksi sesiyle.
“Neden buradayım?”
“Çünkü artık bana aitsin.”
“Ne demek sana ait’im?”
Bardağı tuttuğu eliyle şöminenin üzerinde duran aynayı işaret etti. Ayağa kalkıp yavaşça aynaya ilerledim. Baloya gelirken yaptığım gevşek topuz çözülmüş kıvırcık saçlarım omuzlarımı perde gibi örtmüştü. Saçlarımın çözülmesi ve mücevherlerimin çıkarılması dışında bir fark görememiştim. Saçlarımı toplamak isterken elim boynumda ki bir yere değdi ve canım çok ama çok yandı. O yere biraz daha dikkatli dokununca iki delik olduğunu fark ettim. Saçlarımı diğer tarafa atıp aynaya daha da yaklaştım. Dokunduğum yerde gerçekten de pembe iki delik vardı. Öfkeyle vampire döndüm.
“O lanet sivri dişlerini bana hangi hakla geçirirsin?!!”Hiç rahatsız olmadan omuz silkti.
“Böyle bir güzelliğin ölümsüzleştirilmesi gerekirdi. Ve ne şanstır ki bende bunu yapan adam oldum.”Gözleri neşeyle parlıyordu.
“Sadece kanımı içtiğini sanıyordum.” Bunu sessizce söylemiştim ama duymaması zaten imkansızdı. Şarap bardağını koltuğun yanında ki sehpaya bırakıp yanıma geldi. Beni aynaya çevirip kolunu belime dolayıp ısırdığı yeri nazikçe öptü. Sonrada aynadan bana bakarak konuşmaya başladı.
“Benzerlikleri görüyor musun, tatlım?”
Bir ona baktım bir kendime. Onun yüzü kireç kadar beyaz, mermer kadar pürüzsüzdü. Dudakları yüzünden daha canlı ve kırmızıydı. Gözleri yeni aldığı güçle parlıyordu. Benim yüzümde soluklaşmaya başlamıştı. Zaten öyle çok koyu bir tenim yoktu ama değişiklik fark ediliyordu. Dudaklarım onun ki kadar kırmızıydı ama bunun sebebi baloda sürdüğüm kırmızı ruj da olabilirdi. Gözlerime baktığımda aynı onunki gibiydi.
Göz yaşlarının yüzüme hücum etmelerine engel olamamıştım. Dizlerim beni taşıyamaz olduğunda kendimi oracığa bıraktım. Ve yanım da ki dönüştürücüme nefretle baktım. Nefes alışımı, yakışıklı çocuklu rüyalarımı, yemek yememi, özgürlüğümü kısacası insanlığımı tamamıyla elimden almıştı. İçimde büyüyen öfkeyle ondan uzaklaşıp pencereden dışarıya atladım. İki ayağımın üzerine nazik bir iniş yapmıştım. Eskiden olsa kesin bacaklarımı kaybederdim.
Öfkenin yanında içimde başka bir duygu kabarıyordu. Açlık. Öyle hızlı koşuyordum ki yanından geçtiğim insanların şapkaları uçuşuyordu. Sonunda ormana girip önüme gelen her şeyi parçalamaya başladım. Öfkemi böyle dindirebilmiştim ama açlığım hala devam ediyordu.
Arkamdan bir şeyin yaklaştığını duyduğum an onun ilk yemeğim olacağını anlamıştım. Daha o beni tüfeğiyle avlayamadan boğazına yapıştım. Dişlerimin derisine batmasıyla çığlık attı. Bu çığlık tam kulağıma doğru geldiği için sinirle kafasına vurdum. Zaten bir süre sonra oda uyuşup ses çıkarmadı. Kanın sıcaklığı boğazımda öyle bir etki yaratıyordu ki daha fazlasını istedim. Her bir yudum diğerini getirdi ve kollarımın arasında ki canlı artık canlı değildi. Ölmüş bedenini yavaşça yere koyup çocukluğumda annemden öğrendiğim bir duayı okudum. Ve dönüştürücümün malikânesine doğru koşmaya başladım.
İlk avımı avlamış artık gerçekten bir ölü olmuştum.